16 Şubat 2010

İKİLİLİĞİN ZITLIĞINDA CLAUDE CLOSKY : YAZI MI TURA MI


Claude Closky, 1999’ da ‘Grand prix des Arts Plastiques’, 2006’ da da ‘Marcel Duchamp Prize’ a layık görülmüş, çalışmaları Fransa dışında iki yüzden fazla sergide ve kendi ülkesinde defalarca sergilenmiş, önemli müzelerin koleksiyonuna girmiş, dünyaca ünlü post-kavramsal bir sanatçı. Paris’ te yaşayan 1963 doğumlu Fransız sanatçının çalışmaları Türkiye’ de ilk kez Akbank Sanat’ ta Ali Akay’ ın küratörlüğünde düzenlenen ve açılışı 16 Ocak’ ta gerçekleştirilen ‘ Yazı mı Tura mı’ isimli sergide sanatseverlerle buluşuyor.

Tüketim toplumuna has komik ve yavan refah anlayışını sorunsallaştıran çalışmaları ile tanınan sanatçı, anlamların bir araya gelişi ile nesneleşen simgelerin yan yanalığı yolu ile simgeselliğin zıtlıklarla var olmak durumunda olan absürdlüğünü sorguladığı eserlerinde, bireyin seçtiğinin ilüzyonunu, kendi üretimi olan saçma sistemler tarafından manipule edilişini izleyicisine hissettirerek, eğlenceli ve radikal bir anlatım dili kullanıyor.

Eserlerinde kitle iletişim araçlarından ya da internet’ ten aldığı imajların estetik anlamlarını göz ardı edip yine bu imajlara yüklenmiş olan anlamların müphem kullanım ile sınıflandırılışı eleştiren sanatçı, form ve içerik arasındaki bağı çok boyutlu bir bakış açısıyla yorumluyor. Anlamları nesneleştirerek, nesnellik iddiası altına saklanan göreceliliğe dayalı değer yargılarını öznel çıplaklıkları ile baş başa bırakan sanatçı, anlamlandırmanın katmanları üzerinden aslında tüm düzeni ve günlük hayatımızı şekillendiren unsurları irdeliyor.

İlk dönem işlerinde daha çok sistem ile varlık arasındaki mantıksallığı irdeleyen sanatçı, son dönem çalışmalarında ise bunu ileri götürerek sistemlerdeki kronolojik, rakamsal ve alfabetik anlamlandırılışlar üzerine yoğunlaşıyor.

Adını yazı ile rakamın iki boyutlu zıtlığından alan bu sergisinde de, imajlar, sözler ve sesler arasındaki ayrımların geçirgenliğine ve ortadan kalkışına dikkat çeken sanatçı, anlamın gelip geçiciliğine ve bundan doğan anlamsızlığa, enformasyon çağı ile hayatımızın giderek hızlanışı nedeniyle seçimin imkansızlaşması ve düşünce ihtimalinin basitleştirilmesine göndermede bulunarak, vurgu yapan eserleri ile izleyicisine, hayatındaki zıtlıklar ve ikili seçimler arasına sıkışmışlığını hatırlatıyor. Bu bakış açısı ile aynı zamanda, aynı anlamlandırma yapısının diğer tüm sistemler gibi bir parçası olan sanattaki sıkışmışlığa da göndermede bulunuyor.

Serginin küratörü Ali Akay’ a göre sanatçı, imajların anlam ve anlamsızlığı üzerine düşündürten bu sergide, sessizce durarak, birbirleriyle karşıt ikilikler yaratarak hem arkalı önlü, hem de seçim yapılamaksızın imajların zıtlığı üzerine sıkışmış olan izleyicilerine, sanat tarihinin yakın zamanına, enformasyon ve haberler dünyasına, gündelik yaşamın tüketim toplumunun markalarına; kelimeler arasındaki imajlarda, seslerdeki yankılara ve yakınlıklara ait bazı ipuçları veriyor.

Sergide, sanatçının yerleştirme, dia gösterisi ve animasyon video olmak üzere üç eseri sergileniyor. Giriş katında sergilenen ve galeriye girdiğinde izleyiciye deşifre olacağını hissettiren ‘Yassı Dünya’ isimli eser, oldukça uzun beyaz bir masaya yerleştirilen arkalı önlü binlerce imajdan oluşuyor. Masanın beyaz oluşu özün saflığını, imajların iki boyutluğu çok boyutluğa yönelik indirgemeci baskının ve farklı imajların arkalı önlü basılmış olması ise anlam ilişkilerindeki ikilikler yolu ile şekillenen algının ifadesi niteliğindeler.

Üst kattaki büyük odada sergilenen ‘No Choice’ isimli çalışmada, karşılıklı uzak duvarlara hızlı bir şekilde yansıtılan ve izleyicinin aynı anda göremeyeceği birbirine zıt ancak ilişkili imajlar, ikiliğin yarattığı seçeneksizliğe, seçimin tesadüfiliğine ve anlamların geçirgenliğine göndermede bulunuyor.

Yine üst kattaki küçük odada sergilenen ‘Geo Metry’ isimli animasyonda ise, Dünya haritası üzerinde sonsuz bir döngüde gerilen geometrik şekiller yolu ile sembollerin zamanın engellenemez akışına dahil oluşunu hissediyoruz.

Sergiye mekan olarak yan yanalıkların ve zıtlıkların en geçirgen olduğu, anlam verme ve anlamdan çıkarma, kodlama ve kodsuzlaşmanın en hızlı yaşandığı İstiklal caddesindeki bir galerinin seçilmesi de son derece ironik. Çağdaş sanatın dünyadaki en önemli temsilcilerinden birinin çalışmalarını görmek isterseniz, 6 Mart 2010 tarihine kadar Akbank Sanat’ a uğramayı unutmayın, tabi seçeneğiniz varsa…

Alper Karabatak
1 Şubat 2010

15 Şubat 2010

KONU: SERBEST – LEYLA GEDİZ


Galerist, malzeme seçimindeki ve üretimindeki sınırsızlıkla çağdaş sanatın önde gelen ve haşarı isimlerinden biri olan Leyla Gediz’in yağlıboya tuval ve karakalem desenlerden epoksi heykellere, hazır nesnelerden ses yerleştirmelerine yayılan bir malzeme çeşitliliğindeki son dönem çalışmalarını içeren “Konu: Serbest” başlıklı sergisini 21 Ocak’ ta açtı.

Adını sanatçının ilkokul resim derslerindeki bir ödevden alan ve sergide, sanatçının başından beri araştırdığı; ‘İnsanın insana getirdiği kısıtlamalar çerçevesinde kendimize bir serbestlik alanı yaratabilir miyiz?’ sorusuna ehlileşmeyi dilemeyen, kuralları bozmaya yeminli haşarı bir çocuk gözüyle bulduğu umut, hayal ve mizah içeren cevapları içeren eserlerle karşılaşıyoruz.

Galeriye girdiğinizde, kendinizi, dünyanın ne kadar büyük ve nesnelerin ne kadar oynanası olduğunu yeni fark eden bir çocuk gibi hissediyorsunuz. Sanatçının, nesnelerin yeni form ve anlam ilişkilerine, çocuğa özgü bir hayal gücü serbestliğinde girdiği çalışmaların yer aldığı bu sergiyi gezerken, kendi hayal gücünüzü sınırlamak için girişte size verilen işlerle ilgili metne sık sık dönmeniz ve bunu yaparken sanatçının metninde de kendini gösteren hayal etmenin ve bundan haz duymanın sıcak samimiyetini göz ardı etmeniz ya da sınırsız serbestliğin tadını çıkararak odalarda tekrar tekrar dolaşmanız gerekiyor.

Sergide, ölüdoğa geleneği içinde görülebilecek şekilde, cansız nesnelerin oyunla karışık dillendiğini görüyoruz. ‘Çorabın Teki’ isimli iki yerleştirmede, mekana taşınan kullanılmış kirli ve devasa nesneler yolu ile masumiyetimizin sorgulanır kılınışını, ‘Tıpatıp’ adlı çalışmada ise, aslında mekandan kopamayan kirin dışarı, uzağa akmasını isterken insan doğasına ait kötülükleri dışsallaştırıp nasıl bir farkında olamayışa dönüştürdüğümüzü görüyoruz.

‘İngilizce Dersi’, ‘Circle of Friends’, ‘The Good Student’, ‘The Performance’, ‘Ev Yapımı Posterler’, ‘Evet’, ‘Otopsi’ gibi çalışmalarda, sahte sloganlar, öğretilmiş hedefler ve kandırmacalarla dolu ve insandan dolayı parçalamaya meyilli dünyamızda; süslü maskelerin, uydurulmuş anlamların ve kurtarılmış alanların üzerine tutturmaya çalıştığımız mutluluğun tutkalının kuruyup kurumadığına bakmamız gerektiğini hissederken; ‘Death of an Acrobat’ ta gördüğümüz vicdan azabını geride bırakıp, ‘Konu: Serbest’, ‘Uzay Yolu Serisi’, ‘Gökkuşağı’, ‘Infographics’, ‘ Relapse’, ‘Kırmızı Pareo’ ve ‘Yürek’ gibi çalışmaları elinde tutkal bir çocuk gibi içselleştirerek, sanatçıyla beraber kendimize kendimizce umut alanları yaratıyoruz.

Sanatçı kendi serbestlik alanı olan galeriyi Tahiti dilindeki bir deyiş olan ‘noa noa’ şeklinde adlandırarak, hem Paul Gauguin’ in yozlaşmış değerler, çıkar ilişkileri ve insanın insana getirdiği kısıtlamalardan uzaklaşmak için bu ülkeye yerleşmesine göndermede bulunarak sorunsalını açıklıyor, hem de deyişin ifade ettiği tabiatın güneş altında yaydığı kokunun güzelliği anlamında sanattaki form ve malzeme çeşitliliğinin önemine dikkat çekerek akademik dogmaları ve modaları eleştiriyor. Sergi, formu hayal ve umutla buluşturup dillendirerek, izleyicisini, kendi narsist çocukluğunu keşfetmeye ve sınırlı mekandaki alakasız nesneler arasında ancak sanatla idrak edilebilecek bir noa noa tasvirine çağırıyor.

12 Şubat’ ta Washington’ daki’ ta, Leyla Gediz’ in de dahil olduğu Türk Çağdaş sanatının önemli 11 kadın sanatçısının katılımıyla düzenlenen, “Rüye gibi... Ama senin düşlediğin değil!” sergisi öncesinde, 20 Şubat’ a kadar sanatçının çalışmalarını da görebilirsiniz.

Alper Karabatak
29 Ocak 2010
www.Art-Core.tv

1 Şubat 2010

GALERİLERİN DEĞİŞEN YÜZÜ

Bazı büyük galerilerimizin halkla ilişkiler ve pazarlama olarak uyguladıkları ve özellikle son aylarda farklılaşmaya başlayan yeni stratejilerinin ön plana çıkan en önemli parçası sanırım popüler öğeler ve konular üzerinden daha fazla dikkat çekmek. Bunun bir popularizm eleştirisi olarak yapıldığına dair savunma ise ne kadar gerçekçidir tartışılır. Çağdaş Türk plastik sanatını, çağdaş diğer paralel sanat disiplinlerindeki pazarlanış alışkanlıklarıyla bezemeye çalışmak, genel kitlenin ilgisini arttırsa da, piyasa içerisindeki saygınlık algısı üzerinde soru işaretleri yaratıyor.

Yurtdışındaki önemli bir sanat fuarına katılan ya da bir ülkede şube açan ilk galeri olmanın verdiği başarı hissi ile belki de biraz abartıya kaçabilecek düzeyde yaratılmaya çalışılan bizde çağdaş sanat çok gelişmiş algısını ülkeye dönünce magazin boyutuna ulaşan söylemlerle satmaya çalışmak bazı durumlarda gülünç olabiliyor. Ortam giderek, eserin görsel, kavramsal ve (evrensel anlamda) sanatsal yeterliliğinin ve sanatçının samimiyetinin, metin yazarlığının üretimi arkasına daha fazla itilerek gizlendiği bir ortam haline geliyor ve bu sanılanın aksine aslında tatminsizlik yaratıyor. Bu ortamda, sergi metnini ya da sanatçının statement’ ını eline alıp, sanatçının röportajlarında ettiği büyük laflara (samimiyetten emin olamamanın verdiği büyüklük algısından bahsediyorum) biraz da göz atıp işin karşısına geçen bir izleyici (ki bu piyasada hayatını kazananların büyük bir çoğunluğu, daha da fazla kaynaktan bilgi toplayarak bu sırayı takip etmektedir) maalesef hayal kırıklığına uğrayabiliyor.

Bu, belki de negatif yönde yapılabilecek bir eleştiri olarak, ya diğer müzik, moda, medya veya sinema gibi diğer disiplinler ve medyumlar ile fazla içli dışlı olmaktan, ya da düzenlenen ünlü partileri sonrası ayılma kahveleri yudumlarkenki gaza gelmelerden (kulaktan kulağa pazarlamanın etkisine fazlaca güvenerek) beslenen bir misyon değişikliği. Özellikle yurtdışında daha fazla büyük etkinlik düzenleyip, yurtdışında (özellikle Amerika’ da) yaşayan ya da öğrenim gören sanatçıları da kadroya daha fazla dahil ettikten sonra, buradaki pazarlama zekasından etkilenmiş olmak da muhtemel. Ancak, bir değişimin olmadığını söylemek gerçekten zor.

Sanatçıların sergi sonrası röportajlarında hassas gündem konuları hakkında yaşama biçimleri ve eserleri ile çelişen hatta ters düşen fikirler beyan etmesi, ya da elitist yaklaşımlarla ilahlaşmaya çalışmaları sanat eserini çevreleyen pazarlama aurasının daha fazla dikkat çekmeye başlamasına neden oluyor gibi, yani artık eserden çok sanatçının söyledikleri ya da mikrofon veya kamera görünce değişen davranışları konuşulur oluyor ki aslında bu sanatçıların da rahatsız olmaları gereken bir şekilde, eserin ya da serginin geri plana atılması ile sonuçlanıyor. Sanatçının herkesten daha çok bunlar üzerine kafa yorup konuşmak gibi bir sorumluluğu zaten var, ama buradaki sorun bu sanatçı veya sanatçıların (var olduklarında bizi samimiyetlerine inandırmaları gereken) konu ile ilgili herhangi bir çalışmalarının ortada olmaması ve fikir beyan etme biçimleri ve tarzlarının eğreti durması.

Aslında burada cevap aramaya çalıştığım soru; halkla ilişkilerin (pazarlamanın değil) neden bu şekilde yapıldığı. Her galeri doğal olarak farklı stratejiler belirleyebiliyor, kimi sadece koleksiyonerlere, kimi sadece yoldan geçenlere, kimi de sadece daha entelektüel bir çevreye hitap etmeyi seçiyor, buraya kadar pazarlama stratejisi zaten işi kotarmak için yeterli oluyor. Buradan sonra başlayan halkla ilişkiler faaliyetlerinde ise “müşterideki” samimiyet ve tutarlılık algısı, en önemli ve gerekli unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Marka konumlandırma, yani müşterinin zihninde o marka hakkında fikir oluşturma da aslında bu aşamada gerçekleştiriliyor.

Bugün çağdaş sanatın müze dışı en önemli mabedi olarak sunulan o malum apartmandaki çoğu galeriye girdiğimizde artık şöyle hisseder oluyoruz: Burası anlaşılamayacak kadar kutsal bir ortam, ve bu ünlü sanatçının burada sergilenen çalışmaları da kesin böyledir. İşin garibi materyalist değerlemelere yakınlık ve yatkınlık önyargısıyla yaklaşılabilen banka galerilerinde bile böyle bir hisle karşılaşmıyoruz. Bundan önce yaptıkları ile sanat izleyicisi ve sanat profesyonelleri arasında zaten değerli bir yere sahip olan bu galerilerin, niche’ den genele yayılmaya çalışan yeni bir galeri gibi saldırgan bir pazarlama stratejisi seçmesinin kendimce iki açıklaması olabilir. Birincisi, yukarıda da belirttiğim gibi yurtdışındaki organizasyonlar için orada uygulanan stratejinin işe yaradığı görülünce burada da yapalım denmiştir, ya da ikinci bir olasılıkla, diğer lider konumdaki galeriler ile olan rekabetten sıyrılabilmek adına, bugüne kadar hedef alınmış genel izleyiciyi popüler kültüre olan yakınlık derecelerine göre kategorize edip, hedef dahiline yeni alınan niche bir müşteri kitlesine daha fazla PR yaparak yeni bir konumlandırmaya gidilmektedir.

İkinci ihtimalin daha analitik oluşu, bazı izleyicilerde ve sanatçılarda uyanan bu yabancılaşma hissini daha çok açıklıyor ve maalesef galerinin stratejisini aslında ne kadar da başarıyla uyguladığını kanıtlıyor. Sonuç ve korkuyla karışık bir eleştiri olarak (ve pazarlamacı bakış açısıyla) şu söylenebilir; olgunluk çağına gelmiş bir ‘şirket’in yeniden bir marka konumlandırmasına gitmesi, mevcut müşteri kitlesinde oluşabilecek olan güven kaybı nedeniyle çok tehlikelidir ve üzerine bilimsel analizler yapılarak gerekliliği ortaya konsa bile bu strateji değişikliği çok dikkatli yönetilmelidir. Üstelik karar verilirken, sektör, müzik, sinema ya da moda (sektörlerinde olduğu) kadar popularist bir dejenerasyon içerisinde olmadığından, güven ve saygınlık anlamında, izleyicide yaşanması muhtemel değişim hakkında öngörülen tahmin aralığı da olabildiğince geniş tutulmalıdır.

Alper Karabatak
26 Ocak 2010
www.Art-Core.tv

CANAN ŞENOL - BIYIK KEDİDE DE VARDIR


Benimsediği feminist konum üzerinden, gündelik hayatı şekillendiren dinsel, siyasal ve ataerkil faktörler temelinde, kurumların düzeltici ve normalleştirici rolünü ve gücün beden üzerinde yürüttüğü tasarruf ve tahakkümü sorgulayan çalışmalarıyla tanıdığımız Canan Şenol’ un 21 Ocak’ ta Galeri X-ist’ te açılan adlı kişisel sergisi izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. Sergide, sanatçının geçmişe göndermede bulunan, bugün ve yakın Türkiye tarihi ile bağlantı kuran görsellerden oluşan 'Vakvak Ağacı' adlı video-animasyon çalışması ile 'Kusursuz Güzellik' adlı 7 yapıttan oluşan serisi ve son bienalde gösterilen 'İbretnuma' adlı video-masal çalışmasında da kullanılan minyatürler görülebiliyor.

Bu sergideki ve daha önceki çalışmalarında, toplumsal cinsiyet, toplumsal iktidar ve kadın bedeninin denetimi arasındaki ilişkiler üzerine çalışan, “çağdaşlık” ya da “inanç” örtüsü altında gizlenmiş cinsiyetçi baskının eleştirisini yapan sanatçı, evlilik ve aile kurumlarının baskıcılığını, kadın bedeninin siyasal ve dinsel bir meta haline getirilmesini ve oryantalistleştirilmesini sorunsallaştırıyor.

Bu sergisinde, eski doğu masallarında adlandırıldığı şekli ile bir ravi (masal anlatan kişi) olarak karşımıza çıkan sanatçı, masalı bir bellek aktarımı ve sözlü tarih hafızası anlamında kullanarak, masallardaki gerçek payı ile gerçeklerdeki masalsılığı bir araya getiriyor ve zamanın ve nesnenin döngüselliğini diyalektik olmaya yaklaşan bir anlatımla ele alarak, geçmiş ve bugün arasında hem bir bağlantı hem de bir karşılaştırma ortamı yaratıyor.

Sanatçının, gelenekselci kesimin eline terk edilmiş bir kültürün arkeolojik kazısını yaptığı ‘İbretnuma’ isimli çalışmasında, minyatür hem anlatımı samimi kılan atmosferi sahileştirmek hem de gelenekseli çağdaş ile kıyaslarken ortaklıkları yapılandırmak yönünde kullanılmış ve ideolojilerin toplumsal belleğe kazıdığı tarih nesnel bir gözle anlatılmıştı

Videoda kullanılan klasik Osmanlı minyatürleri ve hat sanatını andıran zengin görsellerin orijinallerinden seçmeler olan minyatür çalışmalar, kadının laik değerler, ahlaki muhafazakârlık ve kurumsal dinin duyarlılıkları arasında gidip gelen gerilimlerdeki sıkışmışlığını konu edinen videodaki geleneksel Türk sanat formuna uyarlanmış öğeler olmaları bakımından, sanatçının tüm çalışmalarındaki çok katmanlı kavramsal okumanın sınırsızlığına da vurgu yapıyor.

İlk kez, son bienalde sergilendiğinde önünde kuyruklar oluşan ve (sanatçının 2007’ de Garanti Platform’ da sergilenen ‘Hicap’ isimli performansı ile birlikte) 29 Mart’ ta Pompidou Müzesinde gerçekleşecek “Turquie et Alors…” isimli gösterimde Köken Ergun, Erkan Özgen, Şener Özmen ve Berat Işık’ın işleri ile beraber sergilenecek olan ‘İbretnuma’ isimli video çalışmadan karelerin Türkiye’ de büyük ihtimalle son kez sergileniyor oluşları kaçırmak istemeyenlerin acele etmesini gerektiriyor.

Sanatçının yeni masalı ‘Vakvak Ağacı’ ise, tıpkı “İbretnuma” gibi minyatürlerden oluşan ve yakın Türkiye tarihine ait görsellerden oluşan bir video-animasyon. Adını 1656 yılındaki yeniçeri isyanının toplu idamlarla bastırılması olayına da vermiş olan, İslam Mitolojisi’ne göre cehennemde bulunan ve meyveleri insan kafası olan efsanevi Vakvak Ağacı’ndan alan çalışma, Osmanlı İmparatorluğu döneminden yola çıkıp, yakın Türkiye tarihindeki askeri darbeler ile bağlantı kurduğu videosunda, anlatım olarak dokümanter bir yaklaşımı da kullanıyor.

Halife Sultan’ın şeyh olma hikayesinden esinlenerek gerçekleştirilen ve sergi ismine de temel oluşturan “Hünsa” (taşaklı kadın) adlı çalışma kadının güçlü ve başarılı addedilmesinin ancak erilleştirilerek gerçekleştiği tespiti ile şekillenen örnek bu hikaye aracılığıyla ataerkil yapıda normalleştirilme ve meşrulaştırmanın güç alanları tarafından kullanımını inceliyor.

Ayrıca, daha önce ScopeBasel 2009’da sergilenen “Kusursuz Güzellik” adlı 7 yapıttan oluşan, geçmişin ve günümüzün güzellik tanımlarının farklılığına gönderme yaparken aslında bu zıtlığın arkasındaki eril bakış açısına dikkat çeken seri de, beden politikalarının diğer politik alanlardan ne şekilde beslendiğini sorguluyor.

Bundan önce yurtdışında pek çok sanat fuarında ve İstanbul’ daki bienallerde çalışmaları sergilenen, farklı mekanlarda düzenlenen pek çok karma sergiye katılmanın yanı sıra en son Hafriyat Karaköy’ deki Haksız Tahrik sergisinde küratör olarak da karşımıza çıkan sanatçının Türkiye’ de bienal dışında farklı formlarda ürettiği çalışmalarının birlikte sergilendiği ender kişisel sergilerinden biri olması ve bunun X-ist’ te ilk kez gerçekleştirilmesi bakımından da önemli olan bu sergi 13 Şubat’ a kadar görülebilir.

Alper Karabatak
27 Ocak 2010
www.Art-Core.tv

ZEKİNE KUNDUKAN


Zekine Kundukan, bireysel bellekten yola çıkıp, normalleştirilen ve sıradanlaştırılan aile kurumuna içeriden ve daha derinden bir bakışla yaklaşarak; toplumsal belleğimizi şekillendiren bu kurumdaki, dokunulmaz, sorgulanmaz ve hatta tabu haline gelmiş hastalıklı yönleri sorguluyor.

Belleğimizden imajlar sunarak, ataerkil yapının ve toplumsal otoritenin çekirdeğini oluşturan bu mikro iklimden yola çıkan sanatçı, cinsiyeti maddeleştiren toplumsal cinsiyetlendirmenin normatifliğine işaret ederek Beauvoir’ e göndermede bulunuyor ve imajlarla oynayarak, anlamlandırmalarımızdaki muğlaklıklar üzerinden toplumsal belleğimizdeki çarpıklıkları ve tabuları işaret ediyor.

Tuval, heykel ve yerleştirmeden oluşan farklı formda çalışmalarıyla tanınan, nesne tuval ilişkisi kurarak formun sınırlarını zorlayan projelere imza atan sanatçıya göre, ataerkil yapı ve kutsallaştırılmış aile kurumu arasındaki ortaklık, kız veya erkek çocuğun bireysel kimliğinin oluşumunda baskıcı ve engelleyici bir rol oynamaktadır. Kız çocukları, erkek için olduğundan daha travmatik ve belirleyici bu rol gereği, bedenlerinin ve doğalarının gereğini, daha fazla bastırmak, gizlemek ve istismarına göz yummak zorunda kalmaktadırlar.

Ataerkil yapı ve toplumsal alışkanlıkların içerisinde gelenek ve göreneklerin ötesinde sözle veya kurallarla ifade edilmeyen ama artık toplumsal belleğin kemikleşmiş parçaları haline gelmiş, kadın bedenini yabancılaştırma ve ötekileştirme alışkanlığının olduğunu görebiliriz. Kadının kendi bedenine, doğasına, kimliğine yabancılaşması ve ötekileşmesi olarak karşımıza çıkan, kadının tatminsizleştirilmesi ve tatminin ancak bu yapının devamlılığına koşullandırıldığı bir anlamlandırmaya varan statüko, aslında toplumun en küçük birimi ve aynası olan aile kurumundaki çarpıklıkların toplamını ifade etmektedir.

“Soyunma”, “A fresca”, “Superego” isimli projelerinde olduğu gibi, tüm çalışmalarında sanatçı, erkek ve kız çocuğun cinsel kimliklerini keşfetme süreçlerinin ters yönde motive edilişine, kadının, bedeninin yeniden üretimini, erkek doğasının tüketime dayalı normlarına uyarlama ve ataerkil yapının sürdürülebilirliği yolunda kodlama zorunda bırakılışına, kız çocuğundan bir kadına dönüşüm sürecinde eril yapının etkinliği dolayısıyla oynadığı hızlandırıcı ve teşhirci role ya oldukları gibi, ya da tam tersi yönde işaret edecek şekilde imajlarla oynayarak dikkat çekiyor.

Yönlendirmeler, müdahaleler ve manipülasyonlar ile dikkatimizi yönelttiğimiz veya unuttuğumuz ve Adorno’ nun belirttiği gibi ancak unuttuğumuz ölçüde bir şey olabildiğimiz gerçeğinden hareketle, belleğimizden çağrılabilir imajların kutsallığını ve anlamlılığını sorgulayan sanatçı, bu çerçevede kadının (ve kız çocuklarının) ötekileştirilmesi, cinsel istismar ve cinsiyet ayrımcılığı konularını sorunsallaştırıyor.

Alper Karabatak
12 Şubat 2010

SONGÜL SÖNMEZ


Songül Sönmez, çalışmalarında toplumun oluşumu için gerekli olan etnisite, dil, din ve çıkar ortaklıklarının gelişim sürecinde kimliğe yönelik baskıyı konu ediniyor ve bunu, kimliğin maruz kaldıklarını beden ve yüzler yolu ile ve yakın tarihi uygarlık tarihiyle ilişkilendirerek yapıyor.

Ceset isimli enstelasyon serisinde sanatçı, çöp ve dışkı gibi ölü bedenlerden kurtulmanın da uygarlığın var oluş biçimini ve izlediği yolu şekillendiren bir öğe olduğu tespitinden hareketle, sadece insan ölüsü anlamında kullanılan ceset kavramı üzerinden, uygarlığın cesedi bir atık olarak kabul etme ile edememe arasındaki mücadelesini, ölümü kabullenme farkındalığı ile ilişkilendirerek, ölümün, ölüye farklı anlamlar yüklenerek kutsallaştırılması veya yaşayanlara (ve uygarlığa) yer açmak adına prehistorik dönemden günümüze kadar değersizleştirilmesi yolları ile, güç tarafından ne şekilde kullanıldığını ve bunun meşruiyetini sorguluyor.

Ceset ile uygarlık arasındaki bu ilişki ve çelişkiden yola çıkarak dünya genelinde ve Türkiye’ de, güç odakları tarafından bu ilişkinin kuruluş biçimi ve sonuçlarına bakan bu serideki çalışmalarından birinde sanatçı, kayıp listelerinden oluşan beş kaide üzerine yerleştirdiği cam tabutların içine yine insansal bir atık olan saçları koyarak, İnsan Hakları Derneğinin raporuna göre 1920 den 2008 yılına kadar sayısı 2000’ lere ulaşan kayıp insanlara ve ortadan kayboluş biçimlerine göndermede bulunarak, ölümün uygarlık ile olan ilişkisini sorguluyor. Kimliği vurgulayan güçlü unsurlardan biri olan ve ancak insan bedeninden ayrıldığında masum bir atığa dönüşen saçları tabutlara yerleştirerek bu kimlik ilişkisini olumlayan sanatçı, saç kesmenin özellikle şamanist kültürde yas ifadesi olarak kullanılışına da göndermede bulunuyor. Cam tabutların seçilmesi ise, izleyicisine toplumun cesede atfettiği değeri sorgulatıyor.

Serideki video enstelasyonda ise, aynı gelenekte bu yasın yaşanma biçimi olarak, ailedeki erkek öldüğünde ya da öldürüldüğünde kadının, dış dünya ile bağının kopuşunun ve cinsellikten vazgeçişinin simgesi olarak saçlarını kesmesi ve bu saçları kendi üzerine dikmesi eylemi sanatçı tarafından gerçekleştirilerek, bu kayıpların yası tutuluyor. Video enstelasyonun kadrajında kimlik belirsizliğine yapılan vurgu, kayıpların akıbetinin belirsizliğine de işaret ediyor. Bu video enstelasyonun uzantısı olarak, videoda üzeri tamamen saçlar dikilerek kaplanmış kıyafetten oluşan yerleştirme ise, belirsizlik ve yas arasındaki ilişkinin izleyici tarafından daha çok hissedilmesini sağlıyor.

ALİ KAZMA – ENGELLEMELER


Ali Kazma, belgeselleri, kısa filmleri ve akademisyenliği ile tanıdığımız, 1999 yılından bu yana pek çok sergide yer alan ve ürettiği çalışmalarla 2001 yılındaki 7. İstanbul bienalinden itibaren çağdaş sanatın uluslar arası anlamda önemli bir ismi olarak karşımıza çıkan bir video sanatçısı. Sanatçı, 2005’ te başladığı, 10. İstanbul bienali kapsamında İMÇ’ de sergilenen aynı isimli çalışmasından hareketle “Engellemeler” isimli bir seriye dönüştürdüğü ve Milano, Lille gibi şehirlerde daha önce bazı parçaları sergilenen çalışmalarından seçmeler ile (6 video ve bir duvar uygulaması), 30 Ocak’ a kadar Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde izleyicisiyle buluşuyor.

Ali Kazma bir röportajında serginin isminin, yok olmaya, şeklini kaybetmeye, ölmeye, kaosa sürüklenmeye eğilimi olan bir dünyada insanın bunu şekil vererek, bozulanı tamir ederek ya da var olanın bakımını yaparak engelleme çabalarından ortaya çıktığını belirtmiş.

Serginin küratörü Emre Baykal’ a göre sanatçı; düzenle kaos, yaşamla ölüm arasındaki gergin dengeyi, dağılmaya eğilimli dünyayı bir arada tutma çabasını ve bunun için geliştirdiği üretimin çeşitliliğini araştırıyor ve insan doğası içinde bu üretimin ne ifade ettiğini anlamaya çalışıyor.

Sergi, Beyin Cerrahı, Bugün, Ev Eşyaları Fabrikası, Kot Fabrikası, Dans Topluluğu, Tersinden Harabeler adlı altı adet video çalışma ve Zaman Notları isimli, sanatçının 2005 yılından bu yana sanatsal üretiminin oluşum sürecine kayıt tutan elle yazılmış çalışma notlarının bulunduğu duvar uygulamasından oluşuyor. Tek başlarına da okunabilir olan farklı ritimlerdeki işler, sanatçının kurduğu güçlü kavramsal ve görsel iletişim sayesinde ortak bir ritim oluşturarak çok katmanlı okumalara da fırsat veriyor. Bir aradayken yüksek bir konumdan onaylanabilmek için, birbirlerinden bağımsız olarak da olumsuzlanabilen videolardan bazıları uyum içinde beraber akarken, bazıları ise birbirleriyle çatışıyor ve hiçbiri aslında yalan söylemiyor, çirkinlikleri gizlemiyor ya da hakikati çarpıtmıyor.

Bugün adlı video, sanatçının 2005’ te aynı isimle ürettiği projesinin, içeriği genişletilmiş, farklı ve karmaşık üretim biçimleri dahil edilerek yeniden kolajlanması ile baştan üretilmiş hali. “İstanbul Yaya Sergileri 2” de gösterildiğinde, Karaköy ve Tünel semtlerinin günlük görsel kaydını tutan, bölgedeki mikro üretimin değişken ritmi ve dokusuna, günlük hayatımızda farkına varmasak da kamusal alanda aralıksız süren üretim, bakım, onarım etkinliklerine dikkat çeken 1–3 dakikalık kısa video çalışmalarından oluşan bu çalışma, yeni haliyle de, insanın kendisini ve onu çevreleyen dünyayı inşa etme, dönüştürme, koruma dürtüsünü ve bunun insan doğası içindeki anlamını sorgulayan sanatçının yeni serisinin de başlangıç noktasını oluşturuyor.

Daha önce Lille’ de sergilenen ve 2009’ da Zeynep Tanbay Dans Projesi’nin provalarında ve performanslarında yapılan çekimlerden oluşan “Dans Topluluğu” adlı video çalışması Türkiye’de ilk kez sergileniyor. Ayrıca, aslında aynı seri içinde yer almamakla birlikte, sanatçının üzerinde çalıştığı temaların farklı şekilde ele alındığı, düzen ve kaos, varlık ve yokluk, yaşam ve ölüm arasındaki sürekli yer değiştirmeyi gösteren bir çalışma olarak ön plana çıkan “Tersinden Harabeler” adlı video da ilk kez bu sergide sergileniyor.

Sanatçı, çalışmalarında ameliyat odası, çelik fabrikası, mezbaha, seramik atölyesi, Dolmabahçe Sarayı saat ustasının atölyesi, kot veya ev eşyası fabrikası gibi çeşitli onarım/üretim/yaratım alanlarına girerek, farklı teknik ve malzemeler üzerinden insanın kullanım veya tüketim için şeyleri dönüştürme ya da üretme kapasitesini, etkinliğini ve değerlerini araştırıyor.


Üretimin ortak eylemlerini kimi zaman resimsel bir soyutlamaya varan bir dille kaydederek, insan etkinliklerinin ve emeğinin önemine; ekonomi, üretim ve toplumsal örgütlenmenin anlamına göndermede bulunan sanatçı, birey ve grupların hayatlarında ve yakın çevrelerinde anlam ve düzen yaratmak için başvurdukları farklı yollarla ilgili çalışmalar ortaya koyuyor. İnsan olmayı, insanın kendisi ve doğa ile kurduğu hükmetme ve değiştirme ilişkisini, öğrenilmiş, monotonlaştırılmış ve sıradanlaştırılmış kontrolün sınırlarını sorgulayan sanatçı, günlük hayatın pek de görünür olmayan, ancak zıtlıkları ve çelişkileri ile var olan durumlarını sanata dönüştürerek üretim ilişkileri üzerinden bir okuma sunuyor.

Sergideki çalışmalar yolu ile insanın doğasını ve gücünün sınırlarını sorgulayan izleyici, toplam değer içinde, bireyin güce yönelik içgüdüsel istencinin ve olumsuzlamasının değersizleşmesini hissettiğinde Nietszsche’ leşirken, yaşamın ortak nedenlerini sorgulayan insanın gerçek varlığının ve yaratımının ipuçlarını gördüğünde ise yaşamın anlamına ve kurala ulaşmak için ölüme karşı girişilen çarpışmada Camus’ a eşlik edebiliyor.

Galatasaray’ daki bu başarılı sergi sonrası, izleyici olarak, bu serinin sergilenmemiş (mevcut veya yeni) diğer parçaları ile bir başka sergide karşılaşıp da nesneye hükmeden insanın üretim dilinin sınırlarını keşfedene kadar, Yapı Kredi Yayınları tarafından Şubat’ ta yayımlanacak ve küratör Emre Baykal ile Boğaziçi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Suna Ertuğrul’un sanatçının işleri üzerine kaleme aldıkları metinleri kapsayacak olan kitap yolu ile bu dili ve dünyayı daha çok anlamaya başlayacağımızı düşünüyorum.

Alper Karabatak
25 Ocak 2010