17 Eylül 2009

SANAT VE SANATÇI

Gerçek sanatın kökeninde, birikmiş bir duyguyu dile getirmenin iç zorunluluğu vardır ve bu, bir annede, gebeliğin kökeninde aşkın bulunmasına benzer. Düzmece sanattaki güdü, kazanç elde etmeye kapılmadır.

Leon Tolstoy’ a göre gerçek sanat yapıtı, ana rahmine düşmüş çocuk gibi, sanatçının ruhunda, daha önceki yaşamının meyvesi olarak nadir zamanlarda ortaya çıkar. Ama düzmece sanat, tüketicileri olunca, dur durak bilmeden çalışan bir zanaatkar işidir. Gerçek sanat, kendisine aşık olan bir kocası olan kadın gibi, süslenip püslenmeye gerek duymaz. Düzmece sanat ise, bir fahişe gibi her zaman süslü püslü olmak zorundadır. (Batur, 2007)

İnsan becerisi olarak sanat, yapabilmenin bilmeden farklı olması gibi, bilimden farklıdır; kılgısal yeterliliğin kuramsal yeterlilikten ya da tekniğin kuramdan farklı oluşu gibi. Sanat, zanaatten farklıdır; ilkine liberal (ya da kafa işi) sıfatı verilir, ikincisi ticari sanat olarak da adlandırılabilir. Sanat ürünü ya da sonucu da yapıt olarak, doğanın ürününden sonuç olarak farklıdır.

Zorunlu olarak sahip olması gereken biçimin bir canlandırmasını, sonuçsallığından önce gelen kendi nedeni içinde oluşturacak tarzda meydana getirilmiş her şeyde sanatın varlığını kuşkusuz fark ederiz ancak bir şeyin sanat yapıtı olarak ifade edilmesi için, onun doğanın ortaya koyduğu bir sonuç değil, insan elinden çıkmış bir yapıt olması gerekir. (Lenoir, 2004)

Sanat, insanı parçalanmış bir durumdan birleşmiş bir bütüne dönüştürebilir. İnsanın gerçekleri anlamasını sağlar, onları dayanılır bir biçime sokmasında insana yardımcı olmakla kalmaz, gerçekleri daha insanca, insanlığa daha layık kılma kararlılığını da arttırır. Sanatın kendisi bir toplumsal gerçekliktir. Sanatçı denen o üstün büyücü gereklidir topluma. Toplumsal görevini unutmaması için sanatçıyı uyarmak da toplumun hakkıdır. Gelişen bir toplumda, çürüyen bir toplumun tersine, bu uyarma hakkından kimsenin kuşkusu olmamıştır. Çağının düşünceleri ve yaşantıları ile dolu olan bir sanatçı gerçekliği dile getirmekle yetinmez, ona biçim verme amacını da güder. (Fischer, 2003)

Kandinsky, “Her sanatçı, çağının çocuğudur” der, ve her kuşak, bir yerde babalarının ölçütlerine başkaldırır. Her sanat yapıtı, çağdaşlarının önüne sadece yaptıklarıyla değil, aynı zamanda yapmadıklarıyla da çıkar. Genç Mozart Paris’ e geldiğinde günün modası olan tüm senfonilerin hızlı bir finalle sona erdiğini fark eder. Bunun üzerine son bölüme yavaş bir giriş yaparak, dinleyicilerini şaşırtmaya karar verir. Değişik olma dürtüsü, bir sanatçının elindeki araçların en önemlisi değildir belki, ama bu dürtünün olmaması çok enderdir. (Gombrich, 2004)

Sanat yapıtı, içinde doğduğu koşullardan bağımsız değildir, dolayısıyla sanat tarihsel bir çözümlemenin dışında anlamaya olanak yoktur. Sanat yapıtının dönemlere göre değişen işlevini, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki öğe belirler; toplumsal dönüşümler ve mekanik bulgulamalar. (Lenoir, 2004)

Bütün düşünce tarihi (ve sanat tarihi) bizi sanatın ötesine götürür, buna göre gözün milli farklarının, basit bir zevk işinden daha ağır basması doğaldır; bir milletin tüm dünya görüşünü sınırlayan ve şartlandıran odur. Onun için, görme şekillerinin bilgisi, öteki yöntemler arasında bulunsa da bulunmasa da olur denecek çeşitten değil, görmenin kendisi kadar zorunlu bir bilgidir. (Burnett, 2007)

Oysa, eski ile yeni birlikte gelişip büyürler. Eski ve yeni sanat bir arada var olur ve aralarında karşılıklı bir dayanışma vardır. (Lynton, 2004)

Modern sanattan yana olmak kadar ona karşı olmak da anlamsızdır. Modern sanat, tıpkı eski sanat gibi, belirli durumlara tepki olarak doğmuştur. Fransız ihtilali sonrasında sanatçılar, üslup konusunda bilinçlenerek deneyler yapmaya başlamışlar ve “izm”li sloganlar öncülüğünde yeni akımlar yaratmışlardır. (Gombrich, 2004)

Rönesansın, on dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünün sanatıyla kıyaslandığında, modern sanat dolaysız ve akademik öğrenim gerektirmeyen bir giriş olanağı sunar.

Eğer sanatçı, tapılan, insanüstü bir varlık olmaktan çıkarılıp, bir insan olarak gerçek konumuna döndürülebilirse; o zaman modern sanat düşüncesinin çoğumuzda uyandırdığı yanlış beklentiler ve savunmayı gerektiren durumlarla karşılaşmayacaktır. Modern sanatın çeşitliliği ve bugün sanatçının bu çeşitlilik içinde aldığı çeşitli roller, sonunda onun bu ayrıcalığında bir değişim yaratabilir.

Bugün sanat tarihi, sanatın ve sanatçının toplum içerindeki yeri hakkında yazılıp çizilenler de aslında bu karmaşıklığı çözmeyip, sanata değil, sanatçıya, sanat eserine değil, bir sanat kategorisine ışık tutmaya eğilimlidirler. Günümüz sanatçılarına karşı tutumumuz, sanatçının düşünceleriyle uyuşamayacak kadar karmaşıktır. Bugün sanatçı hırsını, dünyasal başarılar kazanmak ya da sanata ait fikirlerini olabildiğince geliştirmek için değil, insancıl amaçlar için yönlendirir. Bizler, sanatçının hem bir altın külçesini üretebilecek çılgın bir simyacı gibi, bizden uzak ve anlaşılması zor olmasını hem de bizi eğlendiren bir kişilik olarak elimizin altında bize yakın olmasını isteriz. Onun kazandığı başarıya karşılık verir, başarılı sanatçıyı film yıldızlarıyla aynı konuma yükseltiriz. Ancak açlıkla savaşan, kendisine hiç önem verilmeyen, ama ölümünden sonra kazanacağı ün için çalışan sanatçı imgesine de bayılırız. Bir avuç sanatçıyı sonuna kadar yüceltmek ve ödüllendirmek için elimizden geleni yapar, öte yandan sanata katkıları, onlarınkinden az olmayan öbür sanatçılarla ilgilenmeyiz. (Lynton, 2004)

Oysa sanatçı temsil eden biri değil, çizgileri harekete geçirendir. Temsil etmekten çok şeylerin ardında hareket eden alışkanlıkları, akımları sunandır. Yeğinlik yaratan ve temsiliyetten çok mevcudiyet yaratandır. Sanatçının söyleyeceği bir şey olmalıdır; çünkü amacı, forma hakim olmak değil, onu içsel anlamına uyarlamaktır. Sanatçı temaşa eden değil aktif olandır, etkilenen ve etki verendir; hayatı ifade etmesini öğrenen ve bunu başarandır.

Sanatçı hem bir gözlemci hem de gözlemlerini ifade edebilen kişidir. Sanatçı, öyleyse, sanatın bir yanını oluşturan “uçuculuğu, geçiciliği ve olumsallığı” meydana getirirken, aynı zamanda da sanatın diğer yarısını oluşturan “ebediliği ve kımıldamazlığı” ifade etmektedir. (Akay, 1996)

Sanatçı olabilmek için, yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütün kurallarını, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının yardımcısı olur; sanatçı azgın canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir. (Fischer, 2003)

Sanatkarlık var olduğu sürece, teori ya da mantığın sanatçının eylemini doğrudan etkilemesine ihtiyaç duyulmaz. Kişinin iç sesi ona, doğanın içinden ya da dışından, hangi unsurlara ihtiyaç duyduğunu söyleyecektir. Duygularıyla çalışan her sanatçı, doğru formun aniden nasıl da gözünün önünde çaktığını bilir. Böcklin gerçek bir sanat eserinin, bir esinlenme olması gerektiğini söyler; yani boyama, kompozisyon ve diğer şeyler, sanatçının kendisini ifade etmeye ulaşmasını sağlayacak basamaklar değildir. (Kandinsky, 2005)

Müzayede salonlarında fiyatlar yükselince, sanat bir kumar, bir eğlence konusuna dönüşür. Bir müze, bir esere gazetecilerin tahminlerinin çok üstünde bir para yatırdığında, haberin iletişim araçlarında yayımlanışıyla sanat bu kez başka türlü eğlence konusu olur. Çeşitli koşullara uyabilen ve yaratıcı özellikteki bir görsel araç olan televizyon, görsel sanatları evlerin içine sokmanın yolunu bulamamıştır.

İletişim araçları her şeyi habere ve eğlence konusuna çevirir. Müzeler ise her şeyi tarihe dönüştürür. Hiçbiri gerçek deneyimi sunamaz bize. Ne var ki bu kurumların varlığının nedeni de, bizim gerçek deneyimlere duyduğumuz açlıktır ve bu da oldukça çelişkilidir.

Bütün bunlar arasında, sanatçının durumu karmaşık ve çelişkilidir. İçinde bulunduğu durumdan çıkaracağı tek yarar, toplumda sanatçıya verilmiş çeşitli görevlerden, kendi kişiliğine ve yapacağı işe uygun olanını seçip, benimsemektir. (Lynton, 2004)

Yapma gücü, düşünme ya da düş kurma gücünden ileri gitmeseydi sanatçılar olmazdı. Tasarı bakımından her zaman zengin olan tutku, hoşa gitme ya da şaşırtma isteği yüzünden sanatçıyı kendi yolundan sürekli saptırır ve bu fikri yadsır. Bununla birlikte her tasarının maddeyi endüstriyel olarak, yani üzerinde hiç düşünmeden belirlediği, bunun tersine, estetik düşüncenin, kınayan ya da öven ve öyle ya da böyle endüstrinin amacı olan insan davranışından ayrıldığı da doğrudur; ne var ki nesneye daha yakın olan sanatçı, her zaman kararsız, kendine özgü düşüncelere karşılık, doğadan yardım istercesine onu sorgular ve belirler.(Lenoir, 2004)


SANAT ESERİ

Sanat eseri, bir sanatçı tarafından ya tamamen elle ya da sanatçının iradesinin en değerli bileşen olarak kalacağı ölçüde kullanılan bir araç ile, aynı eserden iki adet yapılsa dahi ikisinin aynı olmayacağından hareketle, adette bir sınırlama olmaksızın, dayanıklı malzeme ile yapılan ve doğası gereği farklı, estetik, yaratıcı, fayda sağlayan, kültürel anlam ifade eden, dekoratif, fonksiyonel, geleneksel, dini veya sosyal anlamlar ifade eden ve önemli üretimdir. (ITC, 2003)

Sanat eseri, gizemli ve gizli bir biçimde sanatçıdan doğar. Ondan yaşamını ve varoluşunu kazanır. Varlığı tesadüfi ya da mantıksız değildir. Hem ruhsal hem de maddi yaşantı açısından belirli ve anlamlı bir gücü vardır. O vardır ve ruhsal atmosfer yaratacak güce sahiptir ve kişi, bu içsel açıdan, onun iyi bir sanat eseri olup olmadığına karar verir. (Kandinsky, 2005)

Sanat ürünleri, maddi bir yararı ve çıkarı karşılamamaları, özgün, sahih ve biricik olmaları dolayısıyla sanayi ürünlerinden farklılaşırlar. Onlara görece özerkliklerini kazandıran, modern sanat felsefesi ve tarihinin sanatı ayırt ettiği bu gibi nitelikleridir. Böylesine yüce nitelikleri sayesinde sanat eserleri, nihayetinde işlevleri birtakım maddi yararlar ve çıkarlar sağlamaktan ibaret olan kişiliksiz metalar kitlesinden ayrılırlar. Ama ancak azami ve nihai birer meta –birer hipermeta- olarak. (Artun, 2006)

Hiç şüphesiz, sanat piyasasında pazarlanan her eser, sanat eseri değildir. Sanat piyasası zaten gerçekte üretilmiş bir eserin ortamıdır. Eserin bu ortamdaki yerini belirleyebilmesi, mutlaka evrensel ölçütler gerektirir. Dolayısıyla eser, piyasayı ve pazarı yönlendirir ve belirler. (Doğançay, 2009)

Barbara Stewart’ a göre sanat eseri ait olduğu zamanın koşullarından az ya da çok etkilenir. Sanatçının gözlemledikleri ölçüsünde anlatmak ve izleyicinin anlamak istediklerini ifade eder. Bu nedenle nesnel olması imkansızdır, öznel olma çabası ne kadar artarsa o kadar özneldir. (Muntadas, 1995)

Sanat tarihine bakıldığında her dönemin kendine ait malzeme, konu ve stillere sahip olduğu görülür. Günümüz sanat dünyasında ise her türlü malzemenin, şeklin, stilin ve iletişim aracının kullanım imkanı bulunduğundan sergiler farklı gelişim alanlarına ait farklı stillere sahip ve bunlar arasındaki ayrımı yok eden sanat eserleri ile düzenlenmektedirler. (Greenberg, Ferguson ve Nairne, 2002)

Sanat eseri diye kabul edilen ürünler, herhangi bir zamanda, herhangi bir toplumsal tabakanın mensubu olan insanların bunlara sanat eseri sıfatını bahşetme iktidarını kullanmaları sonucu kültürel açıdan önemli nesneler olarak öne çıkarılır. Yoksa bunların sırf içkin niteliklerinden ötürü, insan elinden çıkmış onca nesne arasından kendi kendilerine temayüz etmesi söz konusu değildir. (Artun, 2006)


29 Ağustos 2009
Alper Karabatak
Yükseklisans Tez Çalışması

Hiç yorum yok: