1 Şubat 2010

GALERİLERİN DEĞİŞEN YÜZÜ

Bazı büyük galerilerimizin halkla ilişkiler ve pazarlama olarak uyguladıkları ve özellikle son aylarda farklılaşmaya başlayan yeni stratejilerinin ön plana çıkan en önemli parçası sanırım popüler öğeler ve konular üzerinden daha fazla dikkat çekmek. Bunun bir popularizm eleştirisi olarak yapıldığına dair savunma ise ne kadar gerçekçidir tartışılır. Çağdaş Türk plastik sanatını, çağdaş diğer paralel sanat disiplinlerindeki pazarlanış alışkanlıklarıyla bezemeye çalışmak, genel kitlenin ilgisini arttırsa da, piyasa içerisindeki saygınlık algısı üzerinde soru işaretleri yaratıyor.

Yurtdışındaki önemli bir sanat fuarına katılan ya da bir ülkede şube açan ilk galeri olmanın verdiği başarı hissi ile belki de biraz abartıya kaçabilecek düzeyde yaratılmaya çalışılan bizde çağdaş sanat çok gelişmiş algısını ülkeye dönünce magazin boyutuna ulaşan söylemlerle satmaya çalışmak bazı durumlarda gülünç olabiliyor. Ortam giderek, eserin görsel, kavramsal ve (evrensel anlamda) sanatsal yeterliliğinin ve sanatçının samimiyetinin, metin yazarlığının üretimi arkasına daha fazla itilerek gizlendiği bir ortam haline geliyor ve bu sanılanın aksine aslında tatminsizlik yaratıyor. Bu ortamda, sergi metnini ya da sanatçının statement’ ını eline alıp, sanatçının röportajlarında ettiği büyük laflara (samimiyetten emin olamamanın verdiği büyüklük algısından bahsediyorum) biraz da göz atıp işin karşısına geçen bir izleyici (ki bu piyasada hayatını kazananların büyük bir çoğunluğu, daha da fazla kaynaktan bilgi toplayarak bu sırayı takip etmektedir) maalesef hayal kırıklığına uğrayabiliyor.

Bu, belki de negatif yönde yapılabilecek bir eleştiri olarak, ya diğer müzik, moda, medya veya sinema gibi diğer disiplinler ve medyumlar ile fazla içli dışlı olmaktan, ya da düzenlenen ünlü partileri sonrası ayılma kahveleri yudumlarkenki gaza gelmelerden (kulaktan kulağa pazarlamanın etkisine fazlaca güvenerek) beslenen bir misyon değişikliği. Özellikle yurtdışında daha fazla büyük etkinlik düzenleyip, yurtdışında (özellikle Amerika’ da) yaşayan ya da öğrenim gören sanatçıları da kadroya daha fazla dahil ettikten sonra, buradaki pazarlama zekasından etkilenmiş olmak da muhtemel. Ancak, bir değişimin olmadığını söylemek gerçekten zor.

Sanatçıların sergi sonrası röportajlarında hassas gündem konuları hakkında yaşama biçimleri ve eserleri ile çelişen hatta ters düşen fikirler beyan etmesi, ya da elitist yaklaşımlarla ilahlaşmaya çalışmaları sanat eserini çevreleyen pazarlama aurasının daha fazla dikkat çekmeye başlamasına neden oluyor gibi, yani artık eserden çok sanatçının söyledikleri ya da mikrofon veya kamera görünce değişen davranışları konuşulur oluyor ki aslında bu sanatçıların da rahatsız olmaları gereken bir şekilde, eserin ya da serginin geri plana atılması ile sonuçlanıyor. Sanatçının herkesten daha çok bunlar üzerine kafa yorup konuşmak gibi bir sorumluluğu zaten var, ama buradaki sorun bu sanatçı veya sanatçıların (var olduklarında bizi samimiyetlerine inandırmaları gereken) konu ile ilgili herhangi bir çalışmalarının ortada olmaması ve fikir beyan etme biçimleri ve tarzlarının eğreti durması.

Aslında burada cevap aramaya çalıştığım soru; halkla ilişkilerin (pazarlamanın değil) neden bu şekilde yapıldığı. Her galeri doğal olarak farklı stratejiler belirleyebiliyor, kimi sadece koleksiyonerlere, kimi sadece yoldan geçenlere, kimi de sadece daha entelektüel bir çevreye hitap etmeyi seçiyor, buraya kadar pazarlama stratejisi zaten işi kotarmak için yeterli oluyor. Buradan sonra başlayan halkla ilişkiler faaliyetlerinde ise “müşterideki” samimiyet ve tutarlılık algısı, en önemli ve gerekli unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Marka konumlandırma, yani müşterinin zihninde o marka hakkında fikir oluşturma da aslında bu aşamada gerçekleştiriliyor.

Bugün çağdaş sanatın müze dışı en önemli mabedi olarak sunulan o malum apartmandaki çoğu galeriye girdiğimizde artık şöyle hisseder oluyoruz: Burası anlaşılamayacak kadar kutsal bir ortam, ve bu ünlü sanatçının burada sergilenen çalışmaları da kesin böyledir. İşin garibi materyalist değerlemelere yakınlık ve yatkınlık önyargısıyla yaklaşılabilen banka galerilerinde bile böyle bir hisle karşılaşmıyoruz. Bundan önce yaptıkları ile sanat izleyicisi ve sanat profesyonelleri arasında zaten değerli bir yere sahip olan bu galerilerin, niche’ den genele yayılmaya çalışan yeni bir galeri gibi saldırgan bir pazarlama stratejisi seçmesinin kendimce iki açıklaması olabilir. Birincisi, yukarıda da belirttiğim gibi yurtdışındaki organizasyonlar için orada uygulanan stratejinin işe yaradığı görülünce burada da yapalım denmiştir, ya da ikinci bir olasılıkla, diğer lider konumdaki galeriler ile olan rekabetten sıyrılabilmek adına, bugüne kadar hedef alınmış genel izleyiciyi popüler kültüre olan yakınlık derecelerine göre kategorize edip, hedef dahiline yeni alınan niche bir müşteri kitlesine daha fazla PR yaparak yeni bir konumlandırmaya gidilmektedir.

İkinci ihtimalin daha analitik oluşu, bazı izleyicilerde ve sanatçılarda uyanan bu yabancılaşma hissini daha çok açıklıyor ve maalesef galerinin stratejisini aslında ne kadar da başarıyla uyguladığını kanıtlıyor. Sonuç ve korkuyla karışık bir eleştiri olarak (ve pazarlamacı bakış açısıyla) şu söylenebilir; olgunluk çağına gelmiş bir ‘şirket’in yeniden bir marka konumlandırmasına gitmesi, mevcut müşteri kitlesinde oluşabilecek olan güven kaybı nedeniyle çok tehlikelidir ve üzerine bilimsel analizler yapılarak gerekliliği ortaya konsa bile bu strateji değişikliği çok dikkatli yönetilmelidir. Üstelik karar verilirken, sektör, müzik, sinema ya da moda (sektörlerinde olduğu) kadar popularist bir dejenerasyon içerisinde olmadığından, güven ve saygınlık anlamında, izleyicide yaşanması muhtemel değişim hakkında öngörülen tahmin aralığı da olabildiğince geniş tutulmalıdır.

Alper Karabatak
26 Ocak 2010
www.Art-Core.tv

Hiç yorum yok: